Tebliğ ve Parti

Tebliğ ve Parti

 
Tebliğ, büluğ’dan gelme bir kelime olup, cem’i tebligât’tır. Türkçesi ‘Bildirme, açık ve anlaşılır bir şekilde bildirme’dir. Yine aynı kökten olan ‘buluğ’ kelimesi ise kadınlığa veya erkekliğe erme, genel olarak erginlik manasındadır.
Tebliğ; bitiştirme, eriştirme, yetiştirme manasına geldiği gibi, götürme, taşıma (iblağ) manasında da kullanılmakta ve “tebliğ” şekli ile de bildirmenin mübalağalı olarak ifade edilmesidir. Yani en belirgin şekilde bildirme, en iyi açıklama manasındadır. Lügat olarak bu manaya gelen Tebliğin, İslâm’da daha özel bir anlamı olagelmiş ve Tebliğ denildiğinde özel olarak İslâm’ın açık açık, anlaşılır şekilde anlatılması, muhataba iletilmesi anlaşılmaktadır. Tebliğ peygamberin ve ümmetin görevidir.
 
Açık açık anlatılması gereken şeyin öncelikle açık açık anlaşılmış olması gerekir. Kendisi bir şeyi açık açık anlamamış olanın, başkasına açık açık anlatabilmesi mümkün değildir. İyice bilinen ve açık açık anlatılacak olan şeyin, karşıdaki muhataba açık açık anlatılabilmesi için öncelikle anlatanın bildiği dilden anlatmasının yanında, kendisine anlatılanın da iyice bildiği, anlayabildiği dilden anlatılması gerekmektedir. Yani anlatılırken kullanılan dilin anlatan ve anlatılan tarafından iyi bilinmesi gerekir. Zira anlatılırken kullanılan dilin içinde geçen kelimelerin, kimi kelime anlamlarının yanında, muhteva anlamı, kavram anlamının da anlatan ve anlatılanın beyninde aynı olması gerekmektedir. Anlatanın kullandığı kelimenin, dinleyenin kafasındaki manasının farklı olması anlamın tam olmasına engeldir. Anlatan, anlattığını sanırken, anlayan da anladığını düşünürken, sonuçta anlatılmak istenilen şeyin gereği gibi anlaşılmadığı ortaya çıkar. Fakat bu ortaya çıkana kadar kaybedilen zamanda taraflar birbirleri hakkında pek de iyi olmayan şeyler düşünürler ve birbirleri hakkındaki boşlukları zannlarıyla doldururlar. Zannın girdiği yere ise gerçek girmez, giremez. Bu sebeple de birbirlerini anladık sananlar, pek de uzun olmayan bir zaman sonra birbirlerini anlamadıklarını anlarlar. Ama bunu anlayana kadar da zan yapacağını yapar ve tarafları birbirinden uzaklaştırır. Birbirleri hakkında hiç de iyi olmayan şeyler kuruntu halinde ortaya çıkar ve ikinci defa biraraya gelmelerine ve birbirlerini dinlemelerine de engel olur. Bunun içindir ki taraflar birbirlerini iyi dinlemelidirler. Taraflar birbirlerini iyi anlamalıdırlar. Anlayabilmek için anlatım sırasında sorular sormalıdırlar birbirlerine. Ve daha da ileriye giderek ‘Ben şu dediğinizi şöyle anladım, siz öyle mi demek istediniz’ diye birbirlerine söyleyebilmeli, sorabilmelidirler. Bu basit görünen şeylerin yapılmaması halinde tarafların birbirlerini gereğince anlayabilmeleri gerçekten zordur, hatta mümkün değildir. Birbirlerini gereğince anladıklarını sanırlar, fakat maalesef anlamadan birbirlerinden ayrılırlar.
 
Yine taraflar birbirlerine birşey anlatırlarken, kullandıkları kelimelerin kavram manalarına da dikkat etmek zorundadırlar, zira örneğin anlatanın, anlatırken kullandığı bazı kelimelerin kavram manaları, dinleyen tarafında birikim farklılığından ötürü başka ise, bildikleri aynı kelimeleri kullanmalarına rağmen birbirlerinin ne dediklerini anlayabilmeleri mümkün olmaz. Çünkü dinleyen dinlediği kelimenin kendi kafasındaki karşılığında kullanıldığını sanırken, anlatan da kendi kafasındaki karşılığını düşünerek karşı tarafın onu anladığını sanacaktır. Sanılar, zannlar ile de bir yere varmak ve birbirlerini anlamak mümkün değildir.
 
Basit görünmesine rağmen yukarıda açıklamaya çalıştığımız gerçekler göz önünde bulundurulmadan birbirlerini dinleyenler, birbirlerine bir şeyler anlatanlar çoğu kez yanılmakta, anlaşıldıklarını sanmakta, karşı taraf da anladığını sanarak konuşma sona ermekte ve fakat iki taraf da bir şey anlamadan birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Yukarıda da değindiğimiz gibi aradaki boşluğu tarafların zannları doldurmaktadır. Bu sebeple de emekler boşa gitmektedir. Buna meydan vermemenin tek yolu vardır: O da mutlaka ne anlatıldığının, neyin anlaşıldığının sağlamasının yapılması gerektiğidir.
 
Bu açıklamadan sonra değinmek istediğimiz asıl mesele İslâm’ın açıklanması yani tebliğ edilmesidir. İslâm’ın tebliğ edilebilmesi için mutlaka İslâm’ın gerektiği gibi bilinmesinin gerektiğidir. Zira bilmeyen açıklayamaz. İnsan hiç değilse bildiği kadarını açıklamalıdır. Bilmediğini bilmenin de bir ilim olduğunu bilmelidir. Bunun bilinmesi, bilinmeyenlerin de bilinmesine yardımcı olur. Zira insan bilmediğini bilirse bu takdirde bilmediğini öğrenmenin yolunu tutar ve bilmediğini öğrenir. Bilmediğini bilmeyenin ise öğreneceği birşey yoktur. Zira bilmediği halde bilmediğini bilmemektedir.
 
İnsan bildiklerini, muhatabına muhayyer olarak söylemelidir. Böyle yapması halinde bildiklerini öğrenebileceği gibi, yanlışlarını da düzeltebilme imkanını kaçırmamış olur.
 
İslâm’ın iyi bilinmesi, bizlerden önce gelip geçenlerin bildiklerini bilmek olmayıp, bundan öteye Kur’an’ı doğrudan öğrenmekle mümkündür. Sünnet’i doğrudan öğrenmekle mümkündür. Elbette başkalarının da ne bildiklerini, ne kadar bildiklerini bilmek insanın her ne kadar ufkunu açar ve geniş düşünebilme imkanı verirse de sonuç olarak insan kendi ne demelidir, nasıl demelidir, bunu bilmek ve bunu söylemek zorundadır. Doğruların bütünü olarak yalnızca başkalarının ne dediklerini bilmek ve söylemek insanın ancak ezberciliğinin işareti sayılırken, bunlara ilaveten veya bunlardan ayrı olarak da kendisinin birşeyler söylemesi, düşünmesi ise kendisi açısından ilimdir, bilgidir. Başkalarının görüşlerini aktarma, aktarmacılıktır. Her konuda insan, kendisine verilen aklı devreye sokmalı, onu çalıştırmalı ve mahsulünü teyakkuz ile muhatabına aktarmalıdır. Kanaatlerinde tutarlı ve daha doğrularıyla karşılaşmadığı müddetçe de sebatkar olmalıdır. Kişilik böyle oluşur.
 
İslâm’ın tebliği, açıklandığı gibi İslâm’ın açıklanmasıdır. Ki İslâm öncelikle Tevhid Akidesi üzerine kurulu bir dindir. Bu sebeple önce Tevhidi bilmelidir. Tevhid; Allah’tan başka Allah olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve son elçisi olduğuna, öldükten sonra dirilmeye, hesaba çekilmeye, meleklerin varlığına, cennet ve cehennemin bulunduğuna, rızka yalnızca Allah’ın kefil olduğuna, ecelin yalnızca Allah’ın takdiri ile olduğuna, gaybı yalnızca Allah’ın bildiğine ve ilaahir kesin olarak inanmayı gerektirir. İnanmak, İman etmek, emin olmak, şüphesiz hale gelmek demektir. İnsanın bir hususta şüphesizleşmesi ise yalnızca iyi araştırmak, gereğince tahkik etmek ve her türlü şüphesinin yok edilmesi sürecinin iyi işletilmesine bağlıdır. Zira Allah Kur’an’ın birçok ayetinde “Ey iman edenler ve Salih Amel sahipleri!..” buyurmaktadır. Yani ‘Ey emin olanlar’ diye başlamaktadır. Nelerden emin olanlar hususu ise Kur’an’da insandan amel değil, yalnızca emin olunmasının taleb edildiği ayetlerde açıklanmaktadır ki biz bazılarını yukarıda sıralamaya çalıştık. Tevhid Akidesi bu demektir. Tevhid Akidesi, arı-duru tutulmalı, korunmalı, üzerine herhangi bir kirlilik kondurulmamalıdır. Ki Tevhid akidesinin bozulmaması, ifsad olunmaması arı-duru korunması böyle mümkündür. Tevhid akidesinin üzerine konabilecek her türlü kirlilik ya şirki veya küfrü ifade eder. Böyle olması halinde ise Salih amellerin herhangi bir faydası görülmez. Kendilerinden önce gelip geçenlerin her ne ki buyurmuşlarsa haktır ve doğrudur olduklarını sananların akidesi arı-duru olmaktan uzaktır. Zira gelenekseldirler. Zira kendilerine intikal eden bütün mirası herhangi bir tahkikten geçirmeden olduğu gibi kabul etmek, bir insanın yapabileceği en büyük kusurdur. Böyle olunca da mirasın eğrisini doğrusunu seçme diye birşey sözkonusu olmaz. Bu olmayınca da insan doğru-eğri demeden kendisine intikal eden mirasın tümünü savunur. Böylece yapabileceği yanlışların en büyüğünü yapmış olur. Bu sebeple akıl hep devrede bulunmalı, hep işler halde bulunmalıdır ki insan okuduğu Kur’an ile kendisine intikal eden bilgilerin hangilerinin doğru, hangilerinin eğri olduklarını seçebilsin, ayıklayabilsin ve doğrulan alıp, eğrilerini atabilsin. Bunu yapmak her müslümana vacibtir. Bunu yapmayan vacibi terketmiştir. Terkettiği bu vacib ise kendisine nice vacibleri terkettirir. Zira usuli bir vacibdir bu vacib.
 
Tebliğin ne olduğunu açıkladıktan sonra Parti konusuna değinmek istiyoruz. Parti, bilindiği gibi latince kökenli bir kelimedir. Arapça karşılığı ise Hizb’dir. Kur’an’da Hizbullah ve Hizbuş-Şeytan olarak kullanılmakta ve Allah’ın Partisi ve Şeytanın Partisi manalarına gelmektedir.
 
Buradan açıkça anlaşılmaktadır ki Parti, yani Hizb Kur’an’da geçmektedir. Parti, yani Siyasi Parti demek ise bir dünya görüşüne göre toplumun daha iyi düzeye çıkarılacağı kanaatini taşıyan insanların örgütlenmesi sonucu meydana gelen organizma’dır. Partiler legal, illegal diye de ikiye ayrılırlar. Legal partiler mevcut düzenin kanunlarının kanuni kabul ettiği, mevcut kanunların varlık hakkı tanıdığı partilerdir. Mesela yakın zamana kadar Sovyetler’de legal parti olarak yalnızca Komünist parti var idi. Şimdi başka partilerin de kurulması legalleştirildi bildiğiniz gibi. İllegal partiler ise mevcut düzenin kanunlarının resmen kabul etmediği ve yasa dışı saydığı partilerdir. Ki uzun zamandan beri örneğin Türkiye’de Komünist Partisi’nin bulunduğu herkesçe bilinir. Mevcut kanunlar tanımadığı halde bulunan bu Partinin herkesin bilebildiği bir yerde Genel Merkezi veya İl Başkanlıkları da bulunmasına rağmen açıkça bilinmemektedir.
 
Parti (Siyasal Parti); ortak bir düşünce, görüş çerçevesinde birleşmiş kişilerden meydana gelen ve bir ülkenin yönetimini bu düşünce ve görüşün gerektirdiği yönde yürütmek amacıyla kurulmuş siyasi topluluğa denir. Bu düşünce ve görüşün cinsine göre de partilere demokratik partiler, komünist partiler veya İslâmi partiler denir. Özellikle bir Siyasi Partiye “İslâmi Parti” denebilmesi için gerek düşüncelerinin tümünün, gerekse görüşlerinin tümünün, kısaca düşünce ve metodunun İslâmi olması, Yani Kur’an ve Sünnet’in gerçeklerinden oluşturulması gerekmektedir.
 
Bir parti kendisine İslâmi bir parti demekle İslâmi bir parti olmaz. Nasıl ki Sosyalist Parti, Komünist Parti veya Demokratik Parti denilmekle sıfat olarak Parti kelimesinin başında kullanılan sıfatlar yeterli değilse! Mutlaka bir sosyalist partinin Sosyalizmin gerek ve gerçeklerine dayalı olması gereklidir. Hakeza Komünist bir partinin de komünist bir parti olabilmesi için Komünizmin gerçek kabul ettiği esaslardan hareket etmesi tüzüğünün ve programının bu esaslara göre düzenlenmesiyle Komünist Parti olabilir.
 
İslâmi bir Partinin de İslâmi bir Parti olabilmesi ancak tüzük ve programının Kur’an ve Sünnet’in esaslarına dayalı olması gerektiği bilinmelidir. Devletler de böyle değil midir? Örneğin Pakistan’ın anayasasında İslâm Devleti diye yazılı olmasına rağmen bir İslâm Devleti olmadığı, Suudi Arabistan’ın ve Yemen’in de Anayasalarında aynı şekilde yazılı olmasına rağmen İslâm Devleti olmadıkları bilinen gerçeklerdir. Partiler de böyledir. Bir partinin adının İslâm Partisi olması veya tüzüğünde İslâm Partisi diye yazılı bulunması o partinin İslâmi bir parti olmasına yeterli değildir. Bir partinin adının İslâm ismi taşımıyor olması da İslâmi bir Parti olmadığına bir kanıt olmadığı gibi. Zira bir partiye bir sıfat yakıştırabilmek, yani İslâmi bir parti diyebilmek için mutlaka o partinin tüzük ve programının İslâmi esaslardan oluşturulması gerekir.
 
Parti olmak, mutlaka mevcut düzenin müsaadesine bağlı değildir. Böyle olunca da parti ister istemez illegal (yani kanun dışı, yasa dışı) parti olacak demektir. Mevcut düzenin kanunen parti saymadığı partiler tabiidir ki seçimlere katılamazlar. Tabiidir ki belli bir adreste Genel Merkezleri, belli adreslerde il veya ilçe teşkilatları bulunamaz. Zira kanunen yasaktır. Yine bellidir ki yasal partilere tanınan imkanlar yasal olmayan (illegal) partilere tanınmaz ve bu sebeple alenen Genel Kurul toplantıları yapamazlar. Hiçbir düzeyde legal toplantılar düzenleyemezler. Zira kanun dışıdırlar.
 
“Ortak bir düşünce ve görüş çerçevesinde birleşmiş kişilerden meydana gelen ve bir ülkenin yönetimini bu düşünce ve görüşün gerektirdiği yönde yürütmek amacıyla kurulmuş siyasi topluluk”lar, yani siyasi partiler öncelikle kendi görüş ve düşüncelerinin doğruluğuna inanan insanlardan ve bu düşünce ve görüşlerden oluşurlar. Eğer böylesi bir siyasi topluluk (parti) İslâmi düşünce ve görüşlerden oluşmuşsa, bu takdirde mevcut düzende kanuni bir yeri yok demektir. Yani olsa olsa illegal (yasa dışı) olarak olabilirler. Aksi halde varlıklarını iddia etmeleri ancak mevcut düzenle uyuşma ve uzlaşma sonucu meydana gelmiştir ki İslâm böylesi bir uzlaşmaya kesinlikle karşıdır, kapalıdır. Resulullah’ın (s.a.) Mekke’de, getirdiği mesaja (çağrıya) kapalı olan mevcut düzenin kendisi ile uzlaşma teklifleri ayetle (Örneğin Kafirun Suresi) reddedilmiş, daha sonraki bir tek şarta irca edilen uyuşma tekliflerine de kulak asılmamış ve İslâm’ın bütünüyle ve kıl kadarından bile vazgeçilmeden oluşan bir toplu sözleşme (Akabe Biati) sonucu İslâm Devleti sürgünde teşekkül ettirilmiş ve bir kaç ay içerisinde de Devletin Başkanı (Resulullah) Medine’ye giderek fiilen Devletin başkanlığını üstlenmiştir.
 
Bir Devletin İslâm Devleti olması o devletin ancak toprakları içinde uygulanan kanunlarının tümünün Kur’an ve Sünnet’in esaslarından çıkarılan hükümlerden oluşması, diğer Devletlerle yürüttüğü ilişkilerin (Dış işlerinin) İslâm’ı ilâ (yüceltme) esasına göre yürütülmesi ve o ülkedeki iktidarın yalnızca Allah’a ve o ülkede yaşayan müslüman halka dayanmasını gerektirir. Bu üç vasfın kendisinde bulunmadığı devlet İslâm Devleti değildir. Olsa olsa en iyi niyetli tanımlama ile “İslâm Devleti Olmaya Çalışan Bir Devlet” olabilir.
 
Bir siyasi partinin de İslâmi bir siyasi parti olabilmesi ancak tüzük ve programının Kur’an ve Sünnet’ten çıkarılmış sağlıklı anlayışa dayanması ve o partiyi oluşturanların düşünce ve davranışlarının aynı esaslar üzerinde birleşmesi halinde mümkündür. Başkası değil. Bu Hizbin Allah’ın hizbi olması, bu partinin Allah’ın Partisi olmasının en belirgin örneğini Resulullah (s.a.) Mekke’de kendisine vahiy geldiğinden itibaren oluşturduğu (aynı zamanda siyasi) birliktelikte görmek mümkündür, ki O’nun önderliğinde ve İslâmi fikrin (vahyin) liderliğinde oluşan bu siyasi parti, Allah’ın Partisi (İslâmi bir Parti) idi. Zira üzerinde bulunduğu esasların tümü Vahye dayanıyordu. Resulullah’ın Allah’ın her an düzeltmesine maruz olan uygulamalarına dayanıyordu. Bu sebeple İslâmi bir Parti idi.
 
Tebliğ ve Parti konusundaki gerçekler bunlar iken, bazıları kuru zannlarını ilim edinerek şapı, şekere karıştırarak Parti metodu değil, tebliğ metodu diyerek kendisinin bile anlamadığı şeyler söylemektedirler. Dikkat edilirse Tebliğ ve Parti birbirlerinin alternatifi olan şeyler değildirler ki Parti Metodu değil, Tebliğ Metodu gibi şeyler söylenebilsin. Tebliğ açıklamadır. Parti ise bu açıklamayı kişisel olmaktan çıkarıp, kitlesel olarak ve örgütlü halde yapmanın yoludur. Nitekim bir ayette de “Veltekun minkum ümmetun yedûne ilel hayr-ı ve veye ‘mürüne bil mâ’rûfî yenhevne anil münker..” buyurularak denilmektedir ki “Sizden bir topluluk (örgütlü, görüş, düşünce ve davranışlarında birliktelik sağlamış bir organizasyon) bulunsun...” Bu organizasyonun yapacağı iş gösterilmekte ve insanların münkerden (tüm kötü şeylerden uzaklaştırılması ve hayra, yani tüm iyi şeylere) yedilmesi teşvik edilmektedir. Yani kısaca hayra çağırmak ve şerrden uzaklaştırmak için bir Ümmet (düşünce ve metod beraberliği bulunan bir grup, parti veya cemaat, ne denilirse denilsin burada farketmez) bulunsun. Bu uzaklaştırmanın metodu yine Kur’an’da belirlenerek deniyor ki “Sen (siz) insanlara gönderilmiş bekçi veya vekil değilsin(iz).” Yani insanlara hakk (doğru) anlatılarak, insanlar doğrulara özendirilecek, münker de açıklanarak yine insanlar bunlardan uzak durmaya özendirilecektir. Bunu yapacak olan kitlenin (parti veya bir başka birlikteliğin) görevi, yapacağı işin çerçevesi çizilmiş olmaktadır.
 
Zaten “Bir kavim (yani topluluk) nefislerindekini düzeltmedikçe, Allah o topluluğun halini düzeltmemekte”dir. Bu Allah’ın kendisi tarafından konulmuş bir kanundur ki onda bir değişiklik de görememekteyiz. Kur’an böyle söylüyor.
 
Şöyle veya böyle yapacağız diye aslı astarı olmayan şeylerle Allah’ın kullarını Allah’a kul olmaktan alıkoyup, kendilerine kul edenler bilmelidirler ki yaptıklarının hesabını veremeyeceklerdir. Yalnız kendilerini hak üzerine sayarak kendileriyle birlikte olmayanları tekfire varan suçlamalarla suçlayanlar bu yaptıklarından yarım yamalak aldıklarıyla, üzerinde hiç düşünmeden Allah’ın kullarını atalarının dinleri üzerinde tutmak için çabalayanlar, bunun için Allah’ın kullarını O’na kul olmaktan alıkoyanlar gerçekten hesabı veremeyecek olanlardır, zira gerçekten insanları okumaktan, araştırmaktan düşünmekten alıkoymaktadırlar. Bunu her yerde görmek, müşahade etmek mümkündür. Bakınız çevrenize görüvereceksiniz.
 
İnsanları kendilerine değil, Allah’a ve Resulü’ne çağıranlar doğruya çağırıyorlar. Zira doğru Allah ve Resulü(s.a.)’ndedir. Resulü, Allah’ın kendisine bildirdiği doğruların üzerindedir. Bütün gayretine rağmen yanılırsa Allah, O’nu düzeltmektedir. Bu itibarla ey Allah’ın kulları, insanların çağrılarına kulak verirken dikkat ediniz; çağrıldığınız yer gerçekten Allah ve Resulü müdür, yoksa bazılarının kuruntuları üzerine mi çağrılıyorsunuz? Bu işin içinden sağlıklı olarak çıkabilmenin yolu ise, yani çağrıldığınız yerin neresi olduğunu bilebilmenin yolu ise kendinizin Kur’an’ı ve Resulü’nün hayatını bizzat incelemeniz, okumanız ve düşünmenizden geçmektedir. Dinlediklerinizin hangisinin sizi gerçekten neyin üzerine çağırdığını seçebilmeniz buna bağlıdır.
 
Kur’an’ın anladığınız dilden yazılmış olanını (Türkçelerini) okuyunuz. Tekrar tekrar okuyunuz. Peygamberin hayatını, yaptıklarını, neyi, nasıl yaptığını okuyunuz ve düşününüz. Düşünmeyince bir yere varamazsınız. Hep aldanır, aldatılır durursunuz. Düşüncelerine ipotek koyduranlar, ekonomik değerlerine ipotek koyduranlardan çok daha kötü durumdadırlar. Zira kaybedilen ekonomik değerler yeniden ele geçirilebilir ama kaybedilen akıl, kolay kolay bulunmaz. Akledenlerden olunuz, ki yaptıklarınızın hesabını Rabbiniz sizlere verdiği akla göre soracaktır. Onu iptal eder -çalıştırmazsanız- bunun hesabını hiç veremezsiniz. Hiç akıl vermedikleri zaten sorumlu değillerdir. Lakin akıl verdiği halde akıllarını iptal edenler, akıllarını iptal ettirenler bu işlerinin hesabını gerçekten veremeyecek olanlardır. Unutmayınız. Sizleri yanlış yönlere sevkedenler kendi hesaplarını veremez durumda iken mi sizlerin de hesabınızı vereceklerdir? Hayır. Biliyorsunuz ki Hesap Günü herkes tek tek hesaba çekilecek ve zerre miktarı da olsa yapması gerektiği halde yapmadıklarının, yapmaması gerektiği halde yaptıklarının hesabı sorulacaktır. Hesap Gününe hazırlanmanın yurdu bu dünyadır. Ahirette kimse kimseyi kurtaramayacaktır. Kişi için ancak yaptıkları vardır orada. Defteri sağ tarafından verilenlerden olmak isteyenler Allah’ın Kitab’ı Kur’an’ı okusunlar, onu el kitabı yapsınlar ki ahirette imtihana Kur’an’dan çekileceklerdir.
 
Okuyunuz Kur’an’ı, bol bol okuyunuz ve ahlak edininiz. Ancak bu ahlak insanı kurtaracaktır. Terkediniz Kur’an’a uymayan davranışlarınızı, inançlarınızı. Ki akideniz arı-duru Tevhid Akidesi olsun. Olsun ki ahirette Tevhid üzerinde bulunan ve salih amel sahipleri olarak yargılananlardan (mağfirete mazhar olanlardan) olasınız.
 
Allah’ın mağfireti üzerinize olsun. Kur’an bizler için rahmettir. Bu rahmetten yararlanalım. Ellerimizden düşürmeyelim. Peygamberin hayatı ile birlikte..

 
SİTEMİZE HOŞ GELDİNİZ
 
 
Siteyi
Sık Kullanılanlara
Ekle

KABENURU
BIR COK DILDE MEALLI KURAN
DINLE


NASHEED DINLE
DINLE
-----------------------------------
Feyzul Furkan
Kuran-ı Kerim Meali
ve Orjinal Arapca

-----------------------------------
Kuran-i Kerim Arapca
-----------------------------------
Elmalili Hamdi Yazir
Turkce Meali

-----------------------------------
Kütüb-i Sitte
-----------------------------------
Ahmed b. Hanbel
el-Müsned

-----------------------------------
Ebu Hanife Müsned
-----------------------------------
İmam Malik Muvatta
-----------------------------------
Sahih-i Buhari
-----------------------------------
Sahih-i Muslum
-----------------------------------
Sünen-i Tirmizi
-----------------------------------
Sünen-i Ebu Davud
-----------------------------------
Sünen-i Darimi
-----------------------------------
Sünen-i İbni Mace
-----------------------------------
Sünen-i Nesai
-----------------------------------
İbn Hacer el-Askalani
Fethu'l-Bari
(Sahih-i Buhari Şerhi)

-----------------------------------
İmam Nevevi
Dualar ve Zikirler

-----------------------------------
Kudsi Hadisler
-----------------------------------
Uydurma Olduğunda
İttifak Edilen Hadisler

-----------------------------------
-----------------------------------
Esma ul Husna
-----------------------------------
ONLINE DINLE
 


Ali Küçük
Hadis Tefsiri

-----------------------------------
Saffet Bakırcı
Hadis Tefsiri
-----------------------------------
Ahmet Kalkan
Sohbetleri

-----------------------------------
Hasan Karakaya
Sohbetleri

-----------------------------------
Timurtaş Hoca
Sohbetleri

-----------------------------------
Yoldaki İşaretler
(Dinle)

-----------------------------------

ONLINE IZLE
 
-----------------------------------
Efendimizin Hayatı

-----------------------------------
Tevhid Nesline Bir Örnek:
Maximilianus

-----------------------------------
Kehf Suresi

-----------------------------------
Mazlum

-----------------------------------
Kavimlerin Helakı

-----------------------------------
 
 
Selamun Aleykum 86236 ziyaretçi burdaydı!
ONLINE
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol